Çukurova Betimlemeleri
"Toros dağlarının etekleri
ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş
yavaş yükselir. Akdenizin üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar
dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır." (9)
"... bir ev yerinden daha büyük toprak parçası görülemez. Ulu çamlar, gürgenler kayaların arasından göğe doğru ağ-mıştır. Bu kayalıklarda hemen hemen hiçbir hayvan yoktur. Yalnız, o da çok seyrek, akşam vakitleri keskin bir kayanın sivrisinde boynuzlarını, büyük çangallı boynuzlarını sırtına yatırmış bir geyik, bacaklarını gerip, sonsuzluğa bakarcasma durur." (11)
"... bir ev yerinden daha büyük toprak parçası görülemez. Ulu çamlar, gürgenler kayaların arasından göğe doğru ağ-mıştır. Bu kayalıklarda hemen hemen hiçbir hayvan yoktur. Yalnız, o da çok seyrek, akşam vakitleri keskin bir kayanın sivrisinde boynuzlarını, büyük çangallı boynuzlarını sırtına yatırmış bir geyik, bacaklarını gerip, sonsuzluğa bakarcasma durur." (11)
"Çakırdikeni en pis, en kıraç toprakta
biter. Bir toprak ki bembeyaz, peynir gibidir. Ot bitmez, ağaç bitmez, eşek
inciri bile bitmez, işte orada çakırdikeni keyifle serile serpile biter, büyür,
gelişir.
En iyi toprakta bir tek çakırdikenine rastgelinmez. Bunun sebebi, bir kere iyi toprak boş kalmaz, her zaman sürülür ekilir. Bir de, öyle geliyor ki, çakırdikeni iyi toprağı sevmez." (12)
En iyi toprakta bir tek çakırdikenine rastgelinmez. Bunun sebebi, bir kere iyi toprak boş kalmaz, her zaman sürülür ekilir. Bir de, öyle geliyor ki, çakırdikeni iyi toprağı sevmez." (12)
"Bana bak oğlum
Memed," dedi. "Burada, senin öyle bildiğin ağalar yok. Bu kasabadaki
tarlalar, az çok herkesindir. Tar-lasızı da var tabii. Bu dükkanların her
birinin bir sahibi var. Tabii ağaların tarlaları çok. Fıkaraların az. Çok
fıkaranm da hiç yok." (79)
"Evler, ağaçlar, kayalar, yıldızlar, ay,
toprak ne varsa dünyada, hepsi karanlığın içinde kaybolmuşlar, erimişlerdi.
Usuldan usuldan karanlığın üstüne yağmur çiseliyordu. Yağmurla birlikte, hafif
de bir yel esiyordu. Yel, soğuk bir yeldi. Arada bir, durup durup köpekler
karanlığa havlıyorlardı. Sonra, yalnız bir horoz uzun uzun öttü. Vaktinden önce
öten bu horozu sahibi sabahleyin erkenden mutlak kesecektir.
Uzaktan, dağın ötesindeki yoldan bir
çıngırak sesi geliyordu. Bir ara çıngırak sesi kesiliyor, sonra tekrar
başlıyordu. Bu, gelen yolcuların yorgunluğuna alamettir." (95)
"Candarma dairesinin
altındaki nezaretin tabanı çimentodur. Ayak bileklerine kadar suyla doludur.
Neden suyla doludur, niçin böyle etmişlerdir, belli değil. Pis pis hela kokar
üstelik de. Karanlıktır. Mazgal deliğLgibi tek penceresi vardır. O da kapalıdır
sıkı sıkıya..." (149)
"Çukurun içi toprak, çürümüş
yaprak kokuyor. Bir çiçek vardır mor, adını şimdi anımsamıyor İşte o da
kokuyor. Kayalıklarda vardır o çiçek. Her yerde bulunmaz. Bir dağın tepesinde
bir bulut parçası dolanıp durur. Pırıltılar çökmüş kenarlarına. Sırmalamış." (172)
"Sakarköyün toprakları çok verimli... Öteki
köylere bakarak geniş de. Büyük bir düzlük. Bu düzlüğün tam orta yerinde bir
nokta gibi, Adaca denilen kocaman kaya parçası var. Cümle düzlük ekilip yeşerince, tarlalar yeşile kesince,
Adaca kayası bembeyaz, yeşilliğin ortasında parlar." (207)
"Bu bir miras davası olduğu için mahkeme o
kadar uzun sürmedi. Adacanın dibindeki, yağlı, yumuşacık toprak Rızaya geçti.
Yılların mihnetinin altında ezilmiş genç Rıza, bir sevgiliye, bir anaya babaya
kavuşur gibi tarlasına kavuştu. Tarla kendisine teslim edildiğinde mevsim
yazdı. Toprak sıcacık, kavruluyordu. Ekinler biçilmiş, firezler pırıl pırıl
yanıyordu." (209)
"Kasabayı çıkınca bir saat sonra Akçasazın
bataklığı başlar. Bükler, orman misalidir. Pırıl pırıl Savrun çayı büklerin
arasından kirlenerek geçer, Akçasazın çamuruna
karışır. Aktozlu köyü Akçasazın kıyısmdadır. Sıtmaya yakalanmamış insanı yok
gibidir." (262)
"Çoktandır," dedi, "güneşin
Çukurovada batışını görmedim. Toprağın üstünde bir zaman durur, kızarır orada,
kıpkırmızı kan kesilir. Birden batıverir sonra da. Durun da seyredeyim. Ben
öleceğim zaten. Durun, durun seyredeyim." (271)
"Bundan elli altmış yıl öncesine kadar," diye başlardı Koca ismail. Başlar susmazdı. Bir aşk gibi, bir türkü gibi konuşurdu. "Çukurova salt bataklıktı, büklüktü. Yalnız tepe eteklerinde el kadarcık tarlalar... Çukurovada in yok, cin yok o zamanlar. Göç başlardı gürül gürül, Türkmen göçü... Çukurova bayramlığını giyerken." (289)
"Gün battı, ortalık karardı. Duman içinde
kalmış Çukurova-nın üstüne kara bir perde indi. Gökyüzü yıldızlarla örtülüydü.
Yıldızlar döşenmiş gibi üst üsteydiler. Doğudaki bir yıldız kümesi
kıvılcımlanır gibiydi. Arada bir, bir yıldız akıyordu. Yıldızlar akıp, karşı
dağın ardına gidiyorlardı çoğunluk..." (306)
"Mersinlerin koyu yeşilleri, insana koyu,
sarhoş edici, ama delicesine sarhoş edici bir içkiyi anımsatır. Sülemiş tepesi
sırtları yerde göceklenmiş, pençe pençe toprağa yapışmış mersinlerle doludur.
Keçi yollarından geçenler keskin, ağır bir koku duyarlar. Koku ağırlık,
tembellik verir." (333)
"Kalın gür bir sesi vardı. Ses, Sefil Aliden
çıkmıyor gibiydi. Türkü bin yıl öteden geliyor... Uzaktan dağlardan,
Çukurovadan, denizden geliyor. Denizin tuzu, çamın sakızı, yarpuzun kokusu
bulaşmış. Öyle bir türkü. "Gel benim derdime," diyor, "bir
derman eyle. Alemler derdine derman olansın." (355)